Derin devlet kıskacında ‚Yüzyılın davası‘: NSU (Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü)

0
Kassel, 6 Mayıs 2006. ''10. Kurban Olmasın!'' talebiyle 2000'den fazla insan gösteri yapmıştı. c) Screenshot der ARD-Dokumentation »Acht Türken, ein Grieche, eine Polizistin«

Kassel, 6 Mayıs 2006. “10. Kurban Olmasın!“ talebiyle 2000’den fazla insan gösteri yapmıştı. (c) Screenshot der ARD-Dokumentation »Acht Türken, ein Grieche, eine Polizistin«

 

 

Prof. Yasemin İnceoğlu*

23-28 Haziran tarihleri arasında Rosa Luxemburg Vakfı-NSU Watch**’ın davetlisi olarak İsmail Saymaz ve Tanıl Bora ile Münih, Köln ve Berlin’e gittik. Münih’te  NSU davasını izleyip Meclis Araştırma Komisyon üyesi bir milletvekili ile görüştükten sonra, 9 Haziran 2004’te bombalı saldırının gerçekleştiği Keupstrasse sokağında mağdur olan dükkan sahipleriyle ve “Her Yer Keupstrasse Girişimi” üyeleriyle görüşme yaptık. Bu arada üç kentin belli başlı tiyatrolarında Türkiyelilere ve Almanlara konferanslar vermekten gazetecilerle görüşmeler yapmaya kadar birçok etkinliğe katıldık. Kültürü, demokrasi anlayışı farklı iki ülkenin adalet, yargı ve medya düzeninin bu denli fazla benzer yönleri olabileceği ön kabulüne sahip olmadığım için zaman zaman gördüklerime ve duyduklarıma şaşırmadım desem yalan söylemiş olurum.

Öncelikle yazıma NSU davası hakkında ülkemiz ve uluslararası medyada yer alan haberleri izleyen bir kişinin yeteri kadar bilgi sahibi olmasının mümkün olmadığı ile başlamalıyım. NSU davası, bilindiği üzere, Nazi terör örgütünün “Nasyonal Sosyalist Yeraltı” (NSU), 1998 yılından 2011’e kadar olan süreçte işlediği 10 cinayeti (8’i Türkiyeli, 1’i Alman, 1’i de Yunanlı), gerçekleştirdiği üç bombalı saldırıyı ve 15 banka soygununu kapsıyor. Neo-Nazi terör örgütü “Nasyonal Sosyalist Yeraltı” (NSU), ancak üyeleri olduğu öne sürülen iki kişinin, Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt’ın, 4 Kasım 2011’de Eisenach / Thüringen’de gerçekleştirdikleri ve başarısızlığa uğrayan bir banka soygununun ardından intihar etmeleriyle ortaya çıktı. Bunun sadece birkaç saat ardından örgüte üye olduğu öne sürülen üçüncü kişi olan Beate Zschäpe, arkadaşlarıyla paylaştığı evi ateşe verince, patlamada binada yaşayan üç kişinin hayatlarını da tehlikeye attı. Bu süreç boyunca NSU, eylemleri üstlenmediği gibi, suçlar 2011 yılına kadar da güvenlik güçleri tarafından ortaya çıkarılmadı.

Bu suçlar önyargı saiki ile işlenen, failin mağdura ve en önemlisi ait olduğu topluluğa yaşadığı topluma dahil olma hakkına yönelik gönderdiği “Burada sana yer yok, istenmiyorsun!” mesajı itibarı ile – kişinin kimliğini hedef aldığı için- hem mesaj suçları olarak anılıyor hem de adi suçlardan farklı ve özel bir nitelik taşıyor. NSU terör örgütünün uyguladığı yöntem de topyekûn Türkiyelileri terörize ederek, korku salmak ve yıldırmak üzere kurgulanmış.

Şüphesiz bu suçlar hiç yoktan ortaya çıkmadılar; toplum geneline nüfuz edebilen önyargının şiddetli dışavurumları oldukları gibi, kişisel de değil, toplumsal, ideolojik arka plandan beslenmekteler. 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılışından itibaren mülteci ve göçmenlere karşı ırkçı ve Neonazi şiddet olayları artış kaydetti. Irkçı saldırılar çok kez Almanya’nın doğu eyaletlerinde kamuoyunun destek ve sempatisiyle gerçekleşti. Güvenlik ve kolluk güçleri mağdurları gözeten bir müdahalede bulunamadılar. Bu tutum aşırı sağcı ırkçıların ve sempatizanlarının, potansiyel faillerin gelecekteki eylemlerini teşvik eden bir etkiye yol açarak onları cesaretlendirdi. Bu hal özellikle, Ağustos 1991’de Hoyerswerda’da mülteci yurtlarına ve Mozambik’li sözleşmeli işçilere yönelik günlerce süren pogrom karakterli saldırılarda kendini çok net olarak gösterdi.

**NSU ceza davasını bağımsız olarak gözlemlemeyi amaçlayan NSU-watch ayrıntılı bir şekilde dava tutanaklarının tutulmasını hem toplumsal, hem siyasal açıdan hem de davanın aydınlanması açısından acil ihtiyaç olarak gören bir inisiyatiftir. Etkinliğin fikri, tüm örgütlenmesi -Köln’deki Keupstrasse girişiminin bu etkinliğe dahli ile Rosa Luxemburg – NSU Watch  ortaklığı vs.- müdahil avukat Antonia von der Behrens’in emeğiyle gerçekleşti.

Almanya’da 1990’lı yılların başında baş gösteren zenofobik olaylardan önce kamuoyunda siyasi tartışmalar yürütülürken gazeteler de şu başlıklar ile doluydu: “Her bir dakikada Almanya’ya bir yabancı geliyor, bunun altından artık kalkamıyoruz”, “Gemi doldu! Yabancıları almaya devam edersek batacağız”, “Yabancılar işlerimizi elimizden alıyor”, “Yabancılar bizim kesemizden geçiniyorlar”, “Biz neden onlara bakmakla yükümlüyüz?”, “Geldikleri yere geri gitsinler; iltica yasalarını ağırlaştırmalıyız”. Yani devletin ideolojik aygıtı olan Alman medyası da “Almanya Almanlar içindir” düşüncesini yeniden üreten, olumlayan ve meşrulaştıran türden yayınlar yapmada son derece gönüllü davrandı. Diğer yandan, Thüringen Üniversitesi tarafından 2011’de yapılan Thüringen Monitor adlı araştırmaya göre – bölgedeki yabancı oranı %3’ü bile bulmazken- Thüringen halkının %56’sı, Almanya’ya yabancıların tehdit oluşturduğunu,   %19’u Nasyonal Sosyalist rejimi tehlikeli görmediğini ifade ederken, %11’i ise antisemit görüşlü. Bu da toplumun yabancı düşmanlığı ve ırkçılık eğilimi hakkında bir fikir veriyor.

Mağdurlarla görüşme

“Her yer Keupstrasse” inisiyatifinden bir gönüllü Alman gazeteci ile Sabahçı kahvesinde buluşup demli çayımızı içiyoruz daha sonrasında bir dükkan sahibi mağdurun iş yerinin arka bahçesinde diğer mağdurlar, avukatlar ve Rosa Luxemburg Vakfı çalışanları ile oturup sohbet etmeye başlıyor, saldırı sonrası yaşadıklarını dinliyoruz. Keupstrasse sokağı tam bir modern çarşı görünümünde, eskiden köy gibi olan sokakta evlerin arkasındaki ahırlarda sadece domuzculuk yapılıyormuş. Nereye baksanız Türkçe bir isim görüyorsunuz. Sabahçı Kahvesi, Çiğköfteci, Reyhan, Sahan Kebap, Gülistan Baklavaları, Urfa Antep, Hasan Özdağ, Türkiye Emeklilik Bürosu, Akkuş Etli Pide & Lahmacun, Başak Tekstil, Berber Mustafa, Özlem Gelinlik Evi, Özcan Kuaför(bombanın yüklü olduğu bisikletin durduğu kuaför), bunlardan bazıları. Esnaf, saldırı öncesi Almanların sık geldiği sokağa saldırı sonrası neredeyse artık %80’ininin gelmediğini ama şimdilerde durumun normale döndüğünü anlatıyor.
İnisiyatiftekiler işin içine herhangi bir politik kimlik karıştırmadan partiler üstü bir seviyede ırkçılıkla savaşıyorlar. Mağdurlara destek veriyorlar, mağdurlar için broşürler hazırlıyorlar. Toplantılar, paneller düzenliyorlar, mağdurların tanık olarak dinlendikleri günler onları duruşmaya götürüyorlar ve ifade sonrası psikolojik destek veriyorlar.

Mağdurların çoğunun iş yerleri burada ancak bu sokakta yaşamıyorlar, olay olduğunda da burada ikamet etmiyorlarmış, zaten yaşayanlar da sokaktan taşınmışlar, eski işçi konutlarının olduğu bu sokak adeta bir sınıf atlama yeri, maddi durumunu düzelten buradan taşınıyor.

“Ötekiler”: Mağdurlar

Mağdurlar 2004-2011 arasını hem suçlu hem de zanlı durumunda kah ayıplanarak kah yaşanan acıları yok sayılarak geçirmişler. Olay sonrası 4-5 saat sorgulanmışlar, DNA testleri yapılmış. Polis-mafya hesaplaşması, haraç kesme, uyuşturucu ticareti, PKK-Hizbullah bağlantısı dahil bir çok seçenek üzerinde durulmasına rağmen suçluların Neo-Nazizm ile ilgili bağlantısı olma ihtimali sistematik olarak yok sayılmış. Hatta olayın ertesi günü İçişleri Bakanı alelacele çivili bomba saldırısının bir terör saldırısı olmadığını açıklıyor.

Polisin mağdurlara yönelttiği ; „Bize söyleyin kim olduğunu, Alman devleti size bir takım şeyler sunacak”, “Bunu bize söylerseniz size yeni bir hayat yeni bir ev yeni bir araba”, „Kocan mafyaya karışmış, haraç kesmek için gelmişler, vermemiş o yüzden yapılmış” ifadeleri, mağdurlarda ikinci bir bomba etkisi yaratmış. O yüzden yaşadıkları bu küçük düşürülme, aşağılanma ve yalıtılma hissi onları bir kez daha mağdur konumuna soktu.

Mağdurlardan birinin “2011 de faillerin Neo-Nazi olduğu ortaya çıkınca kendimi bir kuş kadar özgür hissettim zira polisin baskısına dayanacak gücüm kalmamıştı” açıklaması yaşanan çaresizliğin vahametini apaçık ortaya koyuyor.

Polisin “ Dükkan bombaya ne kadar yakınsa dükkan sahibi de o denli şüphelidir” gibi garip bir mantıkla soruşturma yürütmesi, vergi dairesinin, çivili bombanın konduğu bisikletle saldırıya uğrayan kuaför dükkanına baskı yaparak dükkan sahibinden sözde birikmiş olan vergi borçlarının ödenmesinin ya da kendilerinin belirlediği “şüpheliler” çevresinden bir isim vermesi konusunda gösterdiği ısrarcı tutumu veya hamile mağdur kadının yalancı şahitlikle suçlanması, uygulanan yıldırma politikasına güzel örnekler oluşturuyorlar.

Mağdurlardan birinin “Suçluyu niye aramızda arıyorsunuz? Bunu yapanlar belli, Neonaziler dediğimde, polis işaret parmağını ağzına götürerek sus dedi” diye açıklaması da tam ibretlik. Mağdurların yaşadıkları en belirgin duygular; Korunmasızlık, devlete karşı güvensizlik, ırkçı saldırılar yaşanacağı korkusu, kontrol algısı ve duygusunu kaybedip günlük etkinlikleri yapamama endişesi. Mağdurlar herhangi bir hatırlatıcı uyaranla karşılaştıklarında travmayı yeniden yaşamaktalar.

Amerikan Psikologlar Derneği tarafından yayınlanan bir rapor, nefret suçu mağdurlarınca sergilenen semptomları travma sonrası stres bozukluğu yaşayan bireylerin sergilediği semptomlara benzetiyor.

Mağdurlar şu soruları da sormadan edemiyorlar doğal olarak; “Eğer o Alman polisi öldürmeseydiler yabancılar öldürülmeye devam edilirdi, İşin ucu kendilerine dokundu diye…”

Ancak devletin aydınlatmada en az çaba harcadığı ve en sahipsiz kalan kurbanın da kadın polis olduğunu göz ardı etmemek lazım. Bu durum da devlet neden kendi polisine dahi sahip çıkamıyor/çıkmıyor sorusunu soran avukatları şüphelendiriyor. “Burası bir Alman caddesi olsaydı, bombalansaydı ne olurdu acaba? Bombalı saldırıyı bir yabancı, yani Alman uyruklu olmayan biri yapsaydı 2-3 günde yakalarlardı. Bu kadar sürmezdi”.

Dortmund Futureorg Enstitüsü’nün, Almanya’da yaşayan 1000’den fazla Türkiyeli göçmenle yaptığı anketin sonuçlarına göre; neredeyse ankete katılanların üçte ikisi kişisel düzeyde kendilerini bu saldırılardan çok ağır olarak etkilenmiş hissettiklerini ve bu olayın özel yaşamlarında derin izler bıraktığını ortaya koyuyor -Örneğin evlerine gözlemci kamera yerleştirmek ve benzeri yöntemlerle güvenlik önlemleri almak, paralarını Türkiye’ye göndermek, Almanya’dan ülkeye dönmek üzere planlar yapmaları gibi…-

Mağdurlar için 4 Kasım 2011 tarihi bir milat oluşturuyor. Mağdurlardan yargının kamuoyunun beklentileri var- mağdur duygusal olmamalı, metin olmalı, kendini öne çıkarmamalı, “iyi mağdur olma” rolüne uygun davranmalı. Bu sorunu Yahudi soykırımı ile ilgili davalarda da görüyoruz. Yani mağdur duygusal olmamalı, mağdur metin olmalı, kendini öne çıkarmamalı vb. vb. Mahkemeye çağrıldığında, sorgulama esnasında hiçbir duyarlılık gösterilmiyor, o artık bir mağdur değil bir tanık olarak algılanıyor. Bu da mağdurlarda büyük bir yıkıma neden olan etkenlerden biri.

Kamuoyu algısı

Alman kamuoyu, hem cinayetler sürecinde, hem de halen ilgisiz, sessiz ve adeta böylesine olaylar gerçekleşmemiş gibi bir tutum izliyor. Kamuoyunun cinayetlere karşı olan İlk kitlesel tepkisinin – sessiz protesto yürüyüşü- ancak 9.cinayetten sonra gerçekleşmesi de merak uyandıran bir soru. Bu denli ilgisiz ve empati yoksunu olmalarının arka planını sorgulamadan önce asıl“ benim devletimde böyle şeyler olmaz” ön kabulüne sahip olan toplumun biraz olsun davaya şüpheli yaklaşması gerekmekteydi.

Bu süreçte sol da dahil olmak üzere Alman kamuoyu bu cinayetleri Nazilerin işlediğini hatta silahlı bir Nazi örgütünün varlığını bile hayal edemiyor. 4 Kasım 2011 tarihine kadar Türklerin Türkleri öldürdüğü cinayetler olarak algılanmaya devam ediliyor. Halit Yozgat’ın öldürülmesinden sonra bir iki kurban ailesi bir araya gelip düzenledikleri mitingde cinayetlerin arkasında ırkçıların olduğu mesajını verip soruşturmanın bu yöne kaymasını sağlamak için kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlar.

Olay ortaya çıktıktan sonra yani 4 Kasım 2011 tarihinden sonra Alman kamuoyu şokta olduğunu ilan ediyor. Kurbanların aileleri hem Başbakan hem Cumhurbaşkanı vb. tarafından davet ediliyor, sözler veriliyor ve toplumdaki tüm tartışmalar böyle bir şeyin nasıl olacağı konusuna odaklanıyor. Sayısız televizyon programı vb. yapılıyor. Alman devleti, halkın büyük bir çoğunluğunu, güvenlik güçlerinin ‘beceriksizliğine’, katillerin üç kişi olduğuna ve mahkemeye çıkarılanların da ceza alacağına ikna ediyor. Ayrıca Anayasa Koruma Örgütü’nün üst düzey birkaç yetkilisi de istifa ediyor. Ancak gelinen noktada, tüm bu cinayetlerde devletin parmağının olduğunu veya cinayetleri bilip izlediğini kabul etmek istemeyen, soruşturmaların başarısızlığının beceriksizlikten değil de kurumsal ırkçılıktan vb. kaynaklandığı konusunda şüpheci yaklaşan bir kamuoyunun yokluğu veya şaşırtıcı azlığı son derece umut kırıcı.

Gazeteciler davanın bazı gerekli yönlerinin soruşturulmasında önemli rol oynadı; özellikle de olayın ortaya çıkmasının ardından ciddi gazetecilik örneği gösterildi, örneğin; Anayasa Koruma Örgütünün rolünü sorgulamaya çalışan belgesel vb. çok şey yayınlandı ancak sorunların temeline inen ısrarcı bir tutumları yok. Bulvar gazeteleri ise işin Neo-Nazilerin psikolojisine odaklanarak, tüm bu olanları birkaç hasta ruhlunun işlediği cinayetler olarak göstermeye çalışıyorlar.

Medya, 2000 yılındaki Enver Şimşek cinayetinden, 2006’daki Halit Yozgat cinayetine kadar tüm cinayetlerde maktullerin uyuşturucu, haraç, kumar çetesi bağlantıları, mafya hesaplaşması, kadın meselesi, Türkiye’deki yasadışı ilişkileri gibi nedenlerle öldürülmüş olabileceklerini yazmış,  iddialar kimi zaman Türk derin devletinin Almanya’daki bağlantılarına kadar da uzanmıştır.

Yüzyılın davası olarak nitelendirilen NSU davası, medyamızda “Dönerci cinayeti” “Nazi gelini” gibi başlıklarla ve ulusal kökenlere vurgu yapılıp kurgulanan ‘Türk kurbanlar’ a odaklanarak haberleştirildi. Almanya’da 2011 yılında Alman Dil Bilimleri Enstitüsü’nün döner cinayetleri kavramını “yılın kötü kavramı” olarak seçmesine rağmen, kurbanlardan söz edilirken ‘Yabancı’, ‘Türkler’, ‘Türk kökenli’ gibi sözcükler kullanılarak, ayrımcılık, yalıtma ve milliyetçi anlatımlar yeniden üretilmiş oldu.  Döner cinayeti gerçekten de son derece ayrımcı ve önyargılı bir etiketleme. Böylelikle cinayetlerin siyasi boyutu çarpıtılıyor veya görmezden geliniyor. Bunun sonucunda, yalnız maktuller, aileler ve tüm Türkiye toplumu açıkça aşağılanmıyor aynı zamanda, cinayetlerin Türkiyeliler arasında ticari bir hesaplaşma olabileceği imasında bulunulmaya çalışılmış olunuyor. Kurbanların “insan” oldukları bir kenara bırakılarak- ülkemiz medyasında da döner cinayeti yerine dönerci cinayeti insani yöndeki vurguyu yapmaya yönelik olarak kullanılmış olsa da oldukça ironik bir durum oluşturdu – kendilerine yönelik hakaret ve ırkçılık içeren bir ifadenin kullanılması bir yandan yanlış yönde yürüyen soruşturmalara gerekçe oluştururken, diğer yandan cinayetlerin ırkçı saikle işlenmesini basın görmezden gelmiştir. Alman medyası, cinayetlerin “organize suçlara bağlı olarak ” işlendiği yönündeki iddiaları yaymış, “Türkler’i” (Almanca: “die Türken”) kurgulanan hayali kolektif suçluların failleri olarak göstermiştir. Örneğin SPIEGEL dergisinin  (“Türklerin sır sızdırmayan paralel dünyası katilleri koruyor”) gibi satırları, dikkatleri, cinayetlerin altyapısını suç ve göçün arasında varsayılan yakın bağlantıya çekmekte.

Medyada kullanılan ötekileştirici ve dışlayıcı söylem örnekleri yinelenerek topluma ait olmadıklarına işaret edilmekte.

– “Mauer des Schweigens” (“sessizliğin duvarı”) – Bu kavram Almanya’da yaşayan Türk kökenli vatandaşların cinayetler hakkında bir şeyleri bildiklerini ama söylemek istemediklerini belirtiyor.

– “den noch nicht in unserer Gesellschaft angekommenen Türken” (“henüz bizim toplumda yer alamayan Türkler”) – Bu kavram ise dışlamaya çok tipik bir örnek. Cinayetlerle ilgili haberlerin hemen hepsi polis muhabirlerince  polis kaynaklı hazırlandığından yapılan yorum ve spekülasyonlar sorgulanmamıştır. Kurban aileleri çok nadir olarak medyada yer almaktalar, hele ki ailelerin, suçluların Neo-Nazi  olduklarına dair açıklamalarına gazeteciler yer vermeyi tercih etmemektedir.

Türkiye basınında ise zanlıların fotoğrafları eşliğinde  ‘Nazi artıkları’,  ‘Hitler’in çocuğu Zschaepe, katliamın hesabını vereceksin!’ pankartının taşındığı fotoğraflar öne çıkarılıp magazinel, sansasyonel habercilik tercih edildi ve üçüncü haftadan itibaren dava ile ilgili herhangi bir haber ve resim yayımlanmaz oldu. Alman medyasının haber yapış biçimine paralel bir biçimde ülkemiz medyasında da haber yapıldığını, hatta Türkiye’de Alman medyasının haberlerinin – özellikle de SPIEGEL dergisi – kaynak olarak kullanıldığını görmekteyiz. Ancak şunun da altını çizmekte yarar var. SPIEGEL’in 4 Kasım 2011 sonrası yaptığı yayınlar eskiye göre çok daha temkinli, düzeyli olmasına rağmen, sorgulayıcı ve çözüm odaklı gazetecilik yaptıkları söylenemez.

Basının ötekileştirici ve dışlayıcı söylemleri yüzünden mağdurlar mahkemeye gidip ifade vermekten vazgeçiyorlar. Toplumsal ilişkileri kopma noktasına gelen mağdurlar yalnız mesleklerini yitirme, iş bulmada ciddi zorluklar yaşama ve çocuklarının okuldan uzaklaştırılmaları ile yüzleşmiyorlar aynı zamanda, toplumun olumsuz örnekleri olarak da yaftalanıyorlar.

Neo-Nazi cinayetlerinin engellenememesinde istihbarat ve polis teşkilatının ihmali veya kastı olduğu konusunda kuvvetli iddialar, deliller ve hatta yaygın bir kanının yerleşmiş olduğunu biliyoruz. Özellikle bu konunun aydınlatılması, benzer nefret suçlarının bir daha yaşanmasının önüne geçmek açısından büyük öneme sahip. Zira  nefret suçları bütün yönleriyle soruşturulmadığı ve kovuşturulamadığı zaman faillerin etkinliklerini serbestçe sürdürebilecekleri mesajını verir ve diğerlerini de benzer suçlar işlemeye cesaretlendirebilir. Faillerin cezasız kalması, artan şiddet düzeylerine katkıda bulunur.

NSU suçları ile ilgili sürdürülen soruşturmalardaki yapısal ırkçılık, muhbirlik sistemi, istihbarat servisleri ile Neonazi yapılanmaları arasındaki ilişkiler üzerine olan tartışmalar halen aydınlatılmayı bekliyor. Aklı başında olan herkes Almanya’nın tüm bu cinayetleri müebbet hapis alması beklenen baş sanığa yıkıp, davayı kapatacağına dair endişeyi taşıyor. Böylelikle Alman adaletinin vicdanı rahatlasa bile aynı şeyi toplumsal vicdan için söylemek mümkün olmayacak.

_____________________________________________________
Briefing başlıklı dosya, davanın müdahil avukatı Antonia von der Behrens tarafından hazırlandı. Almanya’da NSU Davası.
Duvarın Yıkılışından Çivili Bombaya:1990’lı Yılların Irkçı Pogromları ve Saldırıları Bağlamında NSU’nun Köln Keupstrasse Saldırısı, Dostluk Sineması : Söyleşiler, Açıklamalar, Filmler, Rosa Luxemburg Stiftung NRW Vakfı, Berlin, Haziran 2014.
İnceleme Raporu (2012): 2000-2006 Yıllarında Almanya’da Neo-Nazilerce İşlenen Cinayetler Hakkında İnceleme Raporu, s. 45-49. 
İnceoğlu Yasemin, Nefret Söylemi  ve /veya Nefret Suçları, Ayrıntı Yayınları,İstanbul, 2011.
“Nefret Suçları ile Mücadelede Dünya Deneyimleri ve Sivil Toplum Çalışmaları,” İHAD (İnsan Hakları Araştırmaları Derneği) , Ankara, 2013.
Sarp Özge Pınar’ın haberi
Virchow, Fabian/Thomas, Tanja/Grittmann, Elke: “Das Unwort erklärt die Untat”. Die Berichterstattung über die NSU-Morde – eine Medienkritik. Eine Studie der Otto Brenner Stiftung. Arbeitsheft 79. Frankfurt am Main. “Tabu kelime aşağılamayı açıklıyor“ –Almanya’da ‘Nasyonal Sosyalist Yeraltı’ adlı Neonazi grubu tarafından işlenmiş olan seri cinayetlerinin basında yansıması – bir medya eleştirisi (çeviren: Derya Gür-Şeker)
-Ulusal Basında Nefret Suçları, 10 yılda 10 Örnek, Sosyal Değişim Derneği, Açık Toplum Vakfı, 

*Galatasaray Üniversitesi’nde İletişim Profesörü olan Yasemin İnceoğlu’nun yazısı ilk olarak Bağımsız İnternet Gazetesi T24’te (12.07.2015) yayınlanmıştır.
http://t24.com.tr/yazarlar/yasemin-inceoglu/derin-devlet-kiskacinda-yuzyilin-davasi-nsu-nasyonal-sosyalist-yeralti-orgutu,12302