Çığlık

0

Özge Pınar Sarp

Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) örgütüne ve işlediği suçlara dair anlatılanlar genelde şöyle başlıyor: 4 Kasım 2011’de Eisenach’ta bir banka soygunu ve sonrasında yaşananlarla birlikte gün yüzüne çıkmaya başlayan ‚NSU‚ ya da 1998 yılında örgüt üyelerinin kullandığı Jena kentindeki garajda yapılan polis baskınından sonra yeraltına kaçmaları ile başlayan ve sonrasında örgütün Neonazi ağı, emniyet ve istihbarat teşkilatı ve muhbirlerle olan ilişkisine dair detaylarında boğulan bir hikaye. Ancak, söz konusu 13 yıl içinde toplumun hiçbir kesimi tarafından görülmeyen, duyulmayan öyle bir şey oldu ki; işte bunu anlatan çok olmadı: Mağdur ailelerin ve onların çevrelerinin sesleri, adeta çığlıkları… 4 Nisan 2006’da Dortmund’da Mehmet Kubaşık, sadece iki gün sonrasında 6 Nisan 2006’da Kassel’de Halit Yozgat öldürüldü. Onlar, özellikle Türkiyeli göçmenleri hedef alan cinayet serisinin o zamana kadarki bilinen son kurbanlarıydı. 2000 yılında Nürnberg’de Enver Şimşek’in öldürülmesiyle başlayan suç serisi, Abdürrahim Özüdoğru (2001’de Nürnberg’de öldürüldü), Süleyman Taşköprü (2001, Hamburg), Habil Kılıç (2001, Münih), Mehmet Turgut (2004, Rostock), İsmail Yaşar (2005, Nürnberg), Theodoros Boulgarides (2005, Münih), Mehmet Kubaşık (2006, Dortmund) ve Halit Yozgat (2006, Kassel) ile devam etti. (Cinayet serisinin -sonrasında- bilinen son kurbanı ise 2007 yılında Heilbronn’da öldürülen polis memuru Michele Kiesewetter oldu.) Ayrıca 2000 yılında Köln’ün Probsteigasse ve 2004 yılında Keupstrasse adındaki sokaklarında bombalı saldırılar gerçekleşmiş; yine göçmenleri, onların yaşadığı ve sıklıkla uğradığı işlek bir sokağı ve o sokaktaki insanları öldürmeyi hedef alan bu saldırılar sonucu içlerinden kimisi ağır olmak üzere 24 insan yaralanmıştı. Polis ve istihbarat yetkilileri yıllar boyunca bu suçların arkasında ailelerin kendi iç hesaplaşmaları, Kürt-Türk organize suçlar veya örgütler olabileceğini iddia etti ve soruşturmaları o yönde yürüttü. Bu iddia siyaset, ilgili politikacılar ve medya tarafından desteklendi ve daha da körüklenerek mağdur ailelerin kendi çevrelerine, komşularına, okul arkadaşlarına kadar ulaştı. Böylece aileler bir kez daha acıyla başbaşa bırakıldılar. Ailelerin ve onların yakınlarının duyulmayan çığlığı da işte buydu. Çünkü onlar suçluların aşırı sağcı çevreden gelebileceğini ısrarla söylediler. Cinayetlerin hep aynı saikle işlendiğini düşündükleri için de „10. Kurban Olmasın! (Kein 10. Opfer!) çığlığıyla yetkililere, olası görgü tanıklarına, medyaya ve bizlere seslerini duyurmaya çalıştılar. Rica ettiler, hatta yalvardılar; birileri artık onları anlasın, feryatlarını görsün diye. Ve kimse onuncu kurban olmasın diye. Ancak, çoğunu Türkiyeli göçmenlerin oluşturduğu 3000’den fazla insanın sesi medyada yerini bulamadı. Ve onların sesi ta ki gerçeklerin gün yüzüne çıkmaya başlayacağı 2011 yılına kadar sessizliğe gömüldü.

2011’e gelindiğinde yaşananlar adeta skandalize edildi ve birçok kesim, olanlar karşısında „şoke“ olduklarını duyurdular. Irkçılığın Almanya’da siyaset, kamu kurumları, polis, yargı ve medya da dahil olmak üzere her yerde ve her gün yaşandığını düşündüğümüzde, ırkçılığa farklı form ve boyutlarıyla ama benzer deneyimlerle maruz kalan bu insanların saldırıların arkasında yatan nedeni anlamaları ve tehlikenin farkına varmaları neden şaşırtıcı(ydı)? Bunun farklı nedenleri var: Birincisi, Almanya’da çoğunluğu oluşturan topluluklar tarafından göçmenlere bakış açısı; ikincisi, çoğunluk ile göçmen toplulukları ve aynı zamanda göçmen topluluklarının da kendi arasındaki ayrışma; üçüncüsü, ırkçılık ve faşizm karşıtı hareket ve mücadelenin yetersiz ve etkisiz olması; dördüncüsü, politika ve medya tarafından kullanılan ve yeniden üretilen ayrımcı ve ırkçı dil; beşincisi de aşırı sağın ve Nazi-faşist akımların ve eylemlerinin yeterince önemsenmeyip sanki polis, devlet ve onun organlarından bağımsız olan başlı başına bir hareket olarak algılanması. Böylesi bir toplumda, grupların ve/ya toplulukların birbirlerini karşılıklı olarak suçlamaları ve özellikle kriz ortamlarında, eğer yaşananları bir kriz olarak ele alırsak, aralarındaki sınırların daha belirginleşmesi ve ayrışmalar mümkün hale gelebiliyor. NSU kompleksi de aslında bize bunu belirgin bir şekilde gösteriyor. Bu nedenlerden ötürü de, ırkçılığa karşı daha geniş kesimleri kapsayan, topluluklar ve gruplar üstü olan, daha güçlü olası bir birliktelik engellenmiş oluyor. Böylece, aydınlatma süreci ve adalet için gerekli ve son derece önemli olan, adeta onun itici gücü olan kamuoyu baskısı eksik kalıyor. Ayrıca, toplumun tüm taraflarınca ırkçılık üzerine yapılması gereken tartışmaların ve bu acı deneyimlerden çıkarılması gerekli derslerin de önüne geçilmiş oluyor. Eğer durum farklı olsaydı; toplum üyeleri yani bizler empati yoluyla kendimizi saldırıya uğramış hisseder ve mağdurlar ve ailelerle dayanışma içine girerek ‚olayı‘ sahiplenirdik. Politika, medya, adli makamlar üzerinde kamuoyu baskısı oluşacağı gibi; meydan da Nazilere kalmazdı.

Bu yazı ilk olarak, Migrationsrat Berlin Brandenburg‚un (MRBB) çıkarttığı 2014/4 sayılı NSU-Komplex temalı Leben nach Migration adlı dergide yayınlanmıştır.